JULIA KRISTEVA – KORKUNUN GÜÇLERİ/ İĞRENÇLİK ÜZERİNE BİR DENEME
İğrençlik yaklaşımı ve korkulan
şey bölümlerinde bu iki kavram arasındaki bağ keşfedilmeye çalışılmıştır.
Öncelikle iğrencin ne olduğundan başlamak gerekirse, iğrencin en bilinmesi
gereken özelliği, tanımlanamayan öteki’nin içerisinde yer almasıdır. Yani kişi
kendisiyle özdeşleştirmediği, bununla birlikte de tanımlayamadığı bir şeyden
iğrenir. İğrenç bu anlamda, ben’in karşısında, ötekinin de uzağında bir
yerdedir. İstenmeyen, reddedilen ve özümsenmeyene dahildir. İğrençlik kavramı
ise bedenimizde hıçkırık ve kusma ile paralellik gösterecek biçimde varlığını sürdürür.
İğrenç, bedenin içine kazınmış bir yerdedir. Kontrol edilemeyen ; ancak özne
tarafından bazı tanımlanmalarla oluşturulmuş bir “şey”dir. Bu noktada örneğin
ölüm, yaşayan tarafından bakıldığında sınırın belirlendiği noktadır.
İçselleşemeyen, hatta yaşamsal dinamiğin onun tamamen dışında oluştuğu ,
dışkıdan da öte dışarı atılanın “özne”
olduğu , sınırın belirlendiği noktadır. İğrenç bu anlamda kimliği ve sistemi
rahatsız edendir. İğrencin başlangıç noktası olarak kendini gösterdiği yer de
benlikten iğrenmedir. Ötekinin de ötesine atılan, tanımsız olan imkansızın
içselleştiği an çözülme anıdır. Bu anda eksiklik kabul edilir. Korku da
iğrençle yüzleşerek dile gelir.
İğrenmede hareket noktası öznedir. Özne iğrendiği şeye karşı öncelikle
kendini konumlandırır. Dışlanmış olan ise sabit bir gruba dahil olamadığından
sürekli üretim halindedir. İğrenç olanın konumu
değişkendir. Dışlananın dışlanmışlığını fark ettiği an dışında, kendini
var ettiği ve hazdan beslenen bir alanda nefes almaya devam eder. Bu haz
Kristeva tarafından yoğun ve acı dolu olarak nitelendirilmişse de esasında ben
ve sen dışında üçüncü bir alternatif olabilmenin alanını yaratmak için “iğrenç
kalma” ya devam edilişin sahnelendiği mekandır. Böylelikle “ben” tarafından
anlaşılmamacasına dışlanma katlanılabilir hale gelir. Ben tarafından ise bu
anlaşılmayan “dışlanan” bir kayıptır. Ta ki kendinde bu iğrenci fark edip
benlikten iğrenerek farkına varana kadar. Bu fark etme de ancak “ben” haz
aldığında , kendini iğrençten bir parça olarak gördüğünde ortaya çıkar ve
kendinde bulunan potansiyel iğrenci gördüğünde tiksintisi yinelenir. Bu durum
“ben” için tehditkardır. Bu durumda
“iğrenme” , “ben”in ölümüyle olan yeniden diriliş olarak belirir.
Bilinçdışı ve iğrençlik arasında yadsımacılık bakımından ortak bir nokta
kolaylıkla görülebilir. Bilinçdışı yadsıma suretiyle inşaya kaynaklık eder.yani
yadsımak suretiyle yadsınanın varlığını olumlar. İğrenmede de içsel ve dışsal
arası bir çatışma görülür. Özellikle sınır kişiliklerin pratiklerinde bu çatışma
açıkça görülür. Sınır kişiliklerde aşırı uç duygular aynı anda yaşanır. Kristeva
bu kişilerin simgesel pratiklerini estetik veya mistik söyleme daha yakın
bulmuş. Estetik veya mistik söyleme yakın olarak (sanatçı veya falcı vb. diye
basitçe somutlarsak) kişilerdeki olağan dışına meyil hali , normatif yaşam
biçimi diyebileceğimiz olağan yaşamın dışında duran kişilerde görülmektedir.
Toplumların ortak noktası olan dinsel oluşumların hepsi de iğrenmeyi
destekler. Bu oluşumlar yıkılsa da başka biçimde yeniden üremeye devam eder.
İğrençlik genelde besin, dışkı ya da sıvılarla kendini gösterir. Murdarlık
kavramı ile dinde dile gelir. İçki, meni, regl kanaması , bunlar ilk paganizmde
olmak üzere, hep iğrençlikle bağdaştırılmıştır. Belki de toplumu belli bir düzen/sistem/boyunduruk
altında/içinde tutmak , kontrol etmek için oluşturulmuş normlardır. Besin ya da
cinsellik yolu ile maddeler dışlanmıştır. Bu maddeler de esasında cinselliği
veya sarhoşluğu doğuran(!) sperm, regl kanı, şarap vb. dir. Çünkü cinsellik de
dinle birlikte (Foucault’da da gördüğümüz gibi) ailenin sınırları içine zapt
edilmeye çalışılmış ve özellikle tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile haz,
iğrençleştirilmiştir. Ayrıca nüfus olgusunun önemini de iktidar
mekanizmalarının dinamiklerinde yadsınmamak gerekir.
Korku meselesine gelecek olursak; Kristeva burada daha çok korku, arzu,
iğrenme arasındaki ilişkide psikanalizden ve özellikle de psikanalizin nesneden
kastı olan arzu nesnesinden ve oedipus kompleksinden yararlanmıştır. Burada
baba’ya yasanın taşıyıcısı, anne’ye de arzu nesnesinin yanında öznenin
varlığını sağlayan bununla birlikte arzulayan ilk nesne olarak baktığımızı
belirtmek gerekir.
Bu konuda Kristeva, Freud’un Hans’ın at fobisi ve küçük bir kız çocuğunun
köpek fobisi üzerinde çalışmasından yola çıkar.Kısaca küçük Hans vakasından
bahsedecek olursak; Freud’un “küçük hans” vakası bastırma ile yer değiştirmenin
birlikte bulunduğu bir nevroz öyküsüdür.Bu vakada(1909) Hans ,bir at
tarafından ısırılma korkusu ile at fobisi geliştirmiş beş yaşında bir çocuktu.
Viyana’da posta servisleri at arabasıyla yapıldığından evin önünden sürekli
geçen at arabalarından korku duyuyor ve bu yüzden sokağa çıkamıyordu. Analiz
edildiğinde annesine duyduğu sevgi ve
kıskançlık nedeniyle babası tarafından cezalandırma korkuları içinde
bulunduğu anlaşıldı. İğdiş edilme (hadım=kastrasyon anksiyetesi ki atın
ısırması ile temsil edilir) duyan çocuk babadan ve babasının sevgisinden
vazgeçemediği için ona karşı duyduğu öfke ve korku duygularını bastırarak ,duyguların
nicel bölümünü karışık bir ilişkiler yolunu izleyerek babanın yerini
tutan atlara aktarmıştı.(displacement)Böylece sadece atlardan kaçınması
yetiyordu.
Başlangıçta Hans , adlandırılamayandan korkar ; bu
iğrenmeden farklıdır.içindeki bu korkunun bir nesnesi vardır, ancak henüz
adresi belli olmadığından, tanımlanmamıştır. Buna göre Hans anneden kopuşu ile muazzam bir
dil yeteneği geliştirir. Yaşıtlarına göre dili çok iyi kullanan Hans ve onun
gibi küçük çocuklarda, anneden süt emme ve akabinde konuşma ile başlanılan (Lacan’daki
aynanın kırılması ile denk düşen) kopuş sürecinde çocuğun dış dünyayı
anlamlandırma aşamasında geliştirdiği dil yeteneğinde başarısız bir yazar
olabilir. Ancak Hans , yutan/yutulan olarak imlediği dünyada -anneyi emmediği
için – kendisine karşı tehdit olarak gördüğü “ağız” yolu ile yutulan’dır.
Çocuğun kendini yutulan olarak konumlandırmasında babanın rolündeki
eksiklik/hatalar bulunması kısaca rolünü yerine getiremediğini keşfeden Freud ,
dış dünyayı tehlike olarak gören ve bunu at/köpekle özdeşleştiren çocuğun
imgeleminin yerine babanın geçmesini önerir. Bunun sonucunda çocuğun fobisi
“frambuaz şurubundan iğrenme”ye doğru geriler. Kristeva burada Freud’un çocuğun
fobisini haklı çıkardığını düşünür ve fobinin sürdüğünü iddia eder. Burada
babanın yasa ile ilintilendirildiği hatta çocukta yasak koyucu olarak
imlendiğini hatırlamakta fayda var. Irigaray’da gördüğümüz gibi baba, çocuk
için bir üçüncü kişi, anne ile iletişimine engel/yasak koyan bir güç
sembolüdür. Çocuğun, babanın rolünün eksikliği sonucunda da , babaya karşı
geliştirdiği korku ve sevgi karışımı ancak başka bir nesnede isimlenmiştir.
Korku nesnesini değiştirirken iğrenmede başkaldırı, üretim devam eder.
Şöyle ki; iğrenmede iğrenilen nesne kendi yerini değiştirmekte veya dil
aracılığıyla kendini yeniden üretmektedir. Örneğin iğrenilen olarak
travestileri ele aldığımızda, kendi aidiyetlerinin değişken bir zeminde
olduklarını (kadın-erkek-eşcinsel-transgender) ve öncelikle dil daha sonra
yaşamsal olarak başkaldırının devam ettiğini söyleyebiliriz. Ancak korku’da,
kişi kendini korku nesnesine göre konumlandırır ve aynı nesneden kaçınma
davranışı gösterir. İğrenmede edilgen olanın üretimi, korkulanda ise etken olan
öznenin konumunda ya da konumlandırmasında değişiklik/dönüşüm görülür.
Yorumlar